Sahne sanatçıları: beyin vs. kalp

(Bu blog gönderisinin video versiyonunu aşağıdan izleyebilirsiniz)

Siz hangisiyle üretiyorsunuz?

Sanat yaşamımda olgunlaşmaya başladığım zamandan beri bu konuyu düşünürüm. Performans sanatçıları, en saf ve yüksek kaliteli icralarına kalbiyle mi, yoksa beyniyle mi ulaşır? Çalışma aşamasında bu ikisinin hangi yönde katkısı olur? Her ikisini de kullanabilen sanatçılar bunu nasıl başarır? Biri birinden üstün müdür?

Sanatçılar olarak işimizin içine kalbimizi koyamıyorsak, sanatımızı izleyen, dinleyen veya okuyanların ruhuna dokunmamız mümkün olamaz: bu ister sahne sanatlarında, ister işin yaratıcılık kısmında olsun.

Ama yalnızca “hissederek”, veya o an içimizden öyle geldiği için ürettiğimiz bir şey, önceden oluşturulmuş ve sürekli olarak güçlendirilmekte olan belli bir iskeletin etrafında desteklenmiyorsa dağılma ve yerle bir olma tehlikesiyle karşı karşıya olur.

O halde nasıl çalışmalıyız? Bu iki niteliği kendimizde nasıl geliştirebiliriz, ya da halihazırda öğrendiğimiz teorik bilgileri göz ardı etmeden işin içine kalbimizi nasıl daha fazla katabiliriz? Bir keman sanatçısı olarak sahne sanatları üzerinden gideceğim; ama bunun bütün sanat dalları için geçerli olduğunu düşünüyorum.

Beyin ile çalışma

Biz profesyonel klasik müzik icracıları için, eğitimimizin en başlarından itibaren başımızda duran bir öğretmen olur. Enstrüman öğretmenlerinin işi zaten zordur, ama bu ilk öğretmenimizin işi çok daha meşakkatlidir: müzikal beynimiz erken seviyelerde henüz kendi ayakları üzerinde durabilecek yetiye sahip olmadığından, öğretmenimizin bize teorik bilgilerin yanısıra, işin motor beceri gerektiren tarafını da bıkmadan ve usanmadan göstermesi, yanlışlarımızı sürekli düzeltmesi ve  o yokken kendi kendimizi iyileştirecek disiplini, çalışma aşkını bize adım adım aşılaması gerekir.

Zaman içinde tutuşumuz ve duruşumuz gibi teknik becerileri kontrol etme ve iyileştirme yetisini kazanmaya başlarız ve bu şekilde beynimiz, öğretmenimizin sürdürdüğü görevi yavaş yavaş devralmaya başlar. Kazandığımız motor beceriler otomatikleşir, stabil bir temel üzerine tuğlaları koymaya başlamamız mümkün olmaya başlar.

Eğitimimizin ilerleyen aşamalarında, öğretmenimiz bizi doğru cümleleme ve dönem stili üzerinde de eğitmeye başlar. Bunlar işin teknik kısmıyla doğrudan bağlantılıdır ve iyi bir öğretmen size bunların nasıl yapılacağını gösterebilir. Ama daha da iyi bir öğretmen size bunların neden yapıldığını neden-sonuç ilişkilerine dayalı olarak, arada bağlantılar kurarak ve örnekler göstererek anlatabilir. Yani bir nevi balığı sizin için tutmaktan ziyade, size kendiniz tutma becerisini kazandırmaya çalışır. Eğer sanata ve icraya böylesine bütünsel yaklaşan bir öğretmeniniz varsa gerçekten çok şanslısınız.

Bu arada her şeyin dışında, bir sanatçıda gelişmesi gereken iki önemli özellik sanatsal bağımsızlık ve bağlılık becerileridir. Bu beceriler her ne kadar birbirine zıt gibi duyulsalar da, aslında birbirlerini destekleyicidir ve bir sanatçıda aynı anda olabilirler: bu da başka bir zamanın konusu olsun.

Bir noktada mantığınız, teorik ve pratik açıdan artık kendi kendini idame ettirebilecek noktaya gelir ve sonunda kendi kanatlarınızı kullanabilmeye başlarsınız. Kendinizi, öğrenmekte olduğunuz yeni bir Mozart sonatındaki cümleleri, farklı artikülasyon tekniklerini (örneğin staccato ve “keil” arasındaki fark), bir Bach partitasındaki bağların nasıl çalınması gerektiğini teorik ve pratik bilginizle anlamaya çalışırken, ya da bir Paganini kapristeki ricochet’leri nasıl yapacağınızı motor beceri anlamında otomatikleştirmiş olarak bulabilirsiniz.

Kalp

Peki, diyelim ki ürettiğiniz sanat ile insanları derinden etkilemek istiyorsunuz. Açtığınız kanatlarla yalnızca şehir üzerinde kısa turlar atmak değil, gerçekten yükseklere çıkmak ve atmosferin de ötesini görmek ve yaşamak, gördüklerinizi de seyirciye anlatabilmek istiyorsunuz. Bunu yalnızca yıllarca oluşturduğunuz teorik birikiminizle yapabilir misiniz?

İşte burada işin içine sanatçının “yüreği” giriyor. Yalnızca teorik bilgi ve mantıkla üretilen bir eser (ya da eserin icrası), sanatınızı izlemeye gelen insanların ruhuna dokunabilmek için yeterli değildir.

Kalbinize de ihtiyaç duyarsınız.

Biz icracıların bir numaralı işi, müziğin kendisi ne anlatıyorsa onu en katıksız şekilde, en saf formunda dinleyiciye ulaştırmak olmalıdır. Tabii ki icracılar olarak aldığımız eğitim ve ekol, kendi yaşam tecrübemiz ve sanatsal kişiliğimiz de bu icrada müziğin “süzüldüğü” bir “filtre” oluşturacaktır. İcracı olmadan müzik var olamaz, o yüzden icracı da denklemin bir parçasıdır. Ancak süzgecimiz müziğin özünü bozmamalı, aksine daha da zenginleştirmelidir.

Hepimizin insan olarak özü birdir, o yüzden sanatçı olarak öncelikle kendi kalbinizin derinliklerine inebilmeyi becerebilmelisiniz ki başkalarının kalbine de dokunabilesiniz. Bunu yapabilmek için kendimizle olan bağımızı kaybetmemeliyiz. İçimizdeki o çocuksu ruhu sürekli güçlü tutmalı, dışarıdan gelebilecek kesintilere karşı onu korumayı bilmeliyiz. Benim bildiğim bütün büyük sanatçılarda bu özellik bir şekilde var. Mesela bu yılın Ocak ayında kaybettiğimiz büyük Türk keman sanatçısı Ayla Erduran. İleri yaşlarına kadar içindeki o saf, yaratıcı ruhu tutmasını bildi. Şahsen tanıma şansına erişemediğim nicelerinin sanatı da bunu yansıtıyor.

Yalnızca bu şekilde müzikle anlatılmak istenenleri anlayabilir ve dinleyici ile müzik arasında saf bir köprü olabiliriz. Tabii ki bunu yapabilmek için öncelikle yıllarca yatırım yaptığımız “emek bankamızda” yeterince kredimizin birikmiş olması gerekli.

“Mozart’ın ya da Beethoven’ın yüce müziğinde ruh ve mantığı birbirinden ayıramazsınız. İdeal olanı bunların ortaklaşa var olmasıdır.” - Anne-Sophie Mutter

Alican Süner

Turkish classical violin soloist Alican Süner

https://www.alicansuner.com
Next
Next

Efektif çalışma ve “derinlik”